Amerikan ekonomisine ilişkin en son yayımlanan işgücü verileri, "piyasa oyuncularının" olumsuz öngörülerinin aksine, daha ılımlı bir daralma gösterdi. Amerikan ekonomisinde geçen ay yaşanan istihdam kayıplarının sadece 20 bin işçi düzeyinde olduğu duyurulmuştu. Oysa, "piyasaların" tahminleri 80-100 bin kişilik bir istihdam kaybı beklemekteydi. Bu göreceli olumlu tablo bir anda Amerikan borsasını coşturmaya yetti. Demek ki Amerika aslında pek de öyle durgunluk içinde değildi; ya da iktisadi durgunluk tahmin edilenden de kısa sürmüştü; artık dip noktası aşılmış, tekrardan büyüme sürecine dönülmüştü…
Bu tür "kendin-söyle, kendin-inan" düşünce sistemi, finans dünyasının yapısal niteliklerinden birisi olarak karşımızda duruyor. Finans dünyası, kısa dönemli ve aşırı risk iştahına dayalı spekülasyon uğraşıyla birlikte reel ekonomiyi de sürüklemeye devam ediyor. Nitekim, Amerika'da geçen ay içinde istihdamın tahmin edildiğinden daha az oranda kayıpla atlatıldığı duyurulmasına karşın, Avrupa ekonomilerinden gelen veriler küresel krizin Atlantik-ötesine sıçramış olduğunu göstermekteydi. Örneğin Almanya'da iktisadi durgunluğun yaygınlaşmasıyla birlikte, yoksullaşma oranının da yükseleceği ve bu şartlar altında 2020 yılında Almanya'da yoksul sayısının 10 milyonu aşacağı hesaplanmaktaydı. Bu veriler karşısında Avrupa Merkez Bankası artık faiz oranlarını indirme ihtiyacı duyduğunu açıklamasına rağmen, artan enflasyon tehlikesi karşısında bir türlü harekete geçememişti. Öte yandan Amerikan Merkez Bankası "Fed" in son faiz indirimi sonucunda, Amerikan ekonomisi artık negatif faizlerle çalışmaya konulmuş ve Fed'in elindeki istikrar politikalarının da sonuna gelinmişti.
Bu şartlar altında, "piyasaların" birdenbire olumlu beklentiler içinde coşkuya kapılması nasıl açıklanabilir? Gerçek şu ki, finans sermayesi ve medya çoğunlukla krizin yapısal nedenleri ile tetikleyici unsurlarını birbirine karıştırmaktadır. Krizi tetikleyen etkenler çoğunlukla anlık ve geçici (konjonktürel) yapıda olduğundan, söz konusu etkenin şiddeti azaldığı noktada "kriz artık aşıldı" umuduna kapılınmaktadır. Daha geniş bir bakış açısıyla bakıldığında, 2007'nin sonbahar aylarında patlak veren ve giderek yayılan son finansal krizin ardında yatan yapısal unsurun, uluslararası düzeyde 2003'ten bu yana gözlenen aşırı likidite bolluğu ve özel sektörün aşırı borçlanma talebi olduğu görülecektir. Küresel piyasalarda tüketici kredileri ve şirketlerin yüksek oranda dış borçlanma olanağına kavuşmasıyla birlikte uluslararası düzeyde finansal varlıkların değerleri spekülatif bir biçimde balon köpüğünü andıran bir şişkinlik içindeydi. Sürdürülemez hacimdeki böylesi bir şişkinlik krizin yapısal nedenlerini oluşturmaktaydı.
Yapısal olarak sürdürülemez bir genişleme içinde bulunan finansal varlıkların hangi nedenle ve hangi noktada patlayacağı ise tetikleyici unsurlara kalmış durumdaydı. Amerika'da söz konusu tetikleyici etkenler konut piyasasında açılmış olan "vasıfsız kredi" lere dayanmaktaydı. Bankalar, geri ödenmeyebileceğini bilmelerine karşın, geniş bir tüketici kitlesine "vasıfsız" nitelikli kredi açmaya devam etmekteydi. Zira finans dünyasının rekabeti öyle şiddetliydi ki, kimsenin durup düşünmeye vakti yoktu. Risk almaya cesaret edemeyenler finansal rekabette de başarılı olamayacaktı. O halde daha riskli alanlara açılmak ve spekülatif birikimin sınırlarını her geçen gün daha fazla zorlamak gerekmekteydi. Kaldı ki, Bear Stearns yatırım bankasının kurtarılmasında da görüldüğü üzere, zaten merkez bankaları hiçbir büyük bankanın batmasına göz yumamazdı. Böylece, riskler göz ardı edilmiş ve piyasaların başıboş kararları altında 2007 krizinin de altyapısı hazırlanmıştı.
Uluslararası iktisat yazınında finansal sermayenin risk iştahının ve kısa dönemli spekülatif karar alma mekanizmalarının dizginlenmesi ve finans sektörünün ana işlevinin reel yatırımlara kaynak sağlamak olduğu gerçeğinin tekrardan oluşturulabilmesi için yoğun bir yeniden düzenleme (regülasyon) gereği giderek kabul görmektedir. Ancak bu gerçeğin kapitalizmin şiddetlenen rekabeti altında finans sermayesi tarafından sessizce kabullenilmesi olası gözükmemektedir. 21. yüzyılın bu ilk on yıllık döneminin, kapitalizmin küresel finans kurumlarının yeniden yapılandırılması ile finansal sermayenin kazançlarını koruyabilmesi ikilemi arasında şiddetli bir savaşıma sahne olacağı gözükmektedir.
Kaynak: Cumhuriyet